Beyaz Mantolu Adam 2 - Oğuz Atay-



İşte, büyük fedakârlıklarla Kuzey Kutbu’ndan getirtmiş bulunduğumuz Canlı İsveç Mankeni, bu sıcağa ancak hafif kumaşlarımızı giyerek katlanmaktadır. İşte, koca manto, onu terletmemektedir. Kumaşlarımızla bir kuş gibi havalarda uçarak sizlere en canlı ve en gerçek reklâmı yapmaktadır. ‘Saran Kumaşları’ yalnız mağazamızda. Mallarımızın ve mankenlerimizin taklitlerinden sakınınız. Israrla arayınız!»
 Önce, onu yakından görmek isteyenler içeri girdi. Bir kadın, ağlayan çocuğunu omzuna çıkararak kalabalığı yarmaya çalışıyordu. Sonra kumaşlara da baktılar. Genç kadınlar onun mantosunu da tuttular, aynı kumaştan olup olmadığını anlamak için. Mantonun etekleri açıldı, pantolonun yırtık dizleri göründü. Tezgâhtar, müşterinin az olduğu bir sırada onun iki bacağına bir kumaş daha sardı. Patron da kloş etekleri açarak ona yardım etti. Eteklerin bu durumu ikisinin de hoşuna gitti ve yelpaze gibi açılmış uçlan iğneyle oraya buraya tutturdular. Mantolu adam bütün vitrini kaplamıştı. Ondan başka hiçbir şey görünmüyordu. Bunun üzerine, omzundan, kollarından biraz kumaş sarkıttılar.
 O gün öğle tatiline kadar iyi iş yapıldı. Tezgâhta yemek için oturup sefertaslarını açtıkları zaman, «Ona da bir şeyler vermeli,» dedi patron. «Yığılıp kalır sonra.»
Vitrine gitti, onu çözdü, serbest bıraktı. Altına bir tabure çektiler tezgâhın önünde. Sefertasmın kapağına kurufasulyeden ve makarnadan biraz koydular; iki küçük par­ça ekmeği çatal gibi kullanarak yemeğini yedi. Dükkâ­nın arkasındaki lavabodan' musluğa elini uzatarak biraz su içti. Yere oturdu, sırtını tezgâha dayadı; ona bir sigara verdiler. Biraz saygı uyandırmış olmalı ki, patron yaktı sigarasını. Sonra omzuna vurdu ve tezgâhtara döndü,
«İşimize yaradı, değil mi?» diyerek güldü. «Yoruldun mu?» dedi tezgâhtar, patrona bakarak. Karşılık vermediği için onunla konuşmak zor oluyordu. Sigarasını bitirdi, bir sü­re daha oturdu. Sonra yavaşça doğrularak kalktı, kapıya yöneldi. «Nereye gidiyorsun?» diye bağırdı patron. «Fe
na mı, para kazanıyorsun işte.» Durmadı. Arkasından koş­tular, cebine biraz para sıkıştırdılar. Patronun, mantonun üstünde unuttuğu iğnelerle ve kollarından sarkan iplerle, beyaz bezler sarılı ayakkabılarını sürükleyerek yürü­dü gitti. Omzunda kalan küçük bir kumaş parçası da sokağın köşesini dönerken yere düştü.

 Dik bir yokuşun başına gelince durdu. Kaldırımın kenarına oturdu. Elinin tersiyle alnına biriken terleri sildi. Çevresine baktı: İlerde, bir elektrik direğine tutturulmuş otobüs durağı levhasına takıldı gözleri. Ayağa kalktı, bir iki adım attı, gene durdu. Tezgâhtarın ayağına sardığı bezier çözülmeye başlamıştı. Belindeki ipi çıkardı, yere koydu. Kaldırımın kenarında duran bir taşla ipi ortasından ezerek ikiye ayırdı, sargıların üstüne bağladı. Durağa doğru yürürken, mantosunun üstünden pantolonunu çekiştirdi durdu. Bir yoğurtçu geçti yanından; durağın arkasındaki eski bir evin kapısından girerken ona çarptı. Mantolu adam sendeledi, kapıya baktı; karanlık bir avluda kayboldu yoğurtçu. Sonra esmer, kara gözlüklü, dökülmüş siyah saçlan yağdan birbirine yapışmış bir baş çıkmaya başladı kaldırımın içinden. Mantolu adam baktı: Birkaç basamakla inilen bir boşluk gördü yerin
altında. Gözlüklü kafa büyüdü, yükseldi; bir adam oldu. Kolunda bir sürü kemer taşıyan eskimiş bir adam. Koyu renkli bir kemere uzattı elini mantolu dilenci. Mantosunun düğmelerini çözdü; fakat, kemeri, geçirecek bir yer bulamadı pantolonunun belinde. Biraz yukarı çekiştirmek istedi pantolonunu; alt taraftaki sargılar, ipler izin vermedi. Ümitsizlikle kemerciye baktı; sonra da kemere baktılar birlikte. Kemerci, çıktığı deliğe yöneldi, bir süre kayboldu. Kocaman çengelli iğnelerden yapılmış bir zinciri tutarak çıktı ortaya. Pantolonunun beli mantonun iç kısmına bu iğnelerle tutturuldu. «Üstüne takarsın kemeri artık,» dedi gülerek. «Daha fiyakalı olur.» Öyle yaptılar. Mantosunun cebinden çıkardığı kağıt paralardan ' birini uzattı. Kemerci paraya baktı, sonra aldı ve yandaki bakkala girdi. Paranın üstü, bir şişe ucuz şarap ve küçük
bir kutu domates salçasıyla çıktı dışarı. Paranın üstünü verdi, şarabıyla salçasını deliğinin yanma koydu; birkaç yudum içtikten sonra mantolu adama uzattı şişeyi. Onun almadığını görünce, tekrar yerin altında kayboldu. İçerken insanın ağzını kesmesin diye kenarlan düzeltilmiş boş bir konserve kutusuyla döndü. Teneke, şarapla dolduruldu mantolu adam için. Deliğe inen merdivenin duvanna
oturdular, ayaklarını aşağı sarkıttılar, birlikte içtiler. Bu arada bir otobüs kaçmldi; ikinci otobüs gelmeden de şarap bitti. Otobüse birlikte bindiler. Paralan kemerci verdi ve yokuşun üst başında, mantolu adamdan iki durak önce indi.


 Arka sahanlıkta yalnız kalınca ileri yürüdü. Şoförün yanına varmak üzereyken bir fren sırasında ön koltuklardan birine oturdu istemeden. Karşı sırada oturan bir adam gülümsüyordu. Önce aldırmadı gülümseyen adama. Fakat gülümseme bitmedi. Telâşlandı, kemerini düzeltti. Gülümseme bir türlü durmuyordu. Yakasına, eteklerine, sargılann üzerindeki iplere baktı: Hayır, çözülmemişti. Uygunsuz bir durumu yoktu kılığının, biraz ferahladı. Gülümseyen adama tatlı gözlerle baktı. Kendisine bakılmadan gülümsendiğini anladı sonunda. Cebindeki küçük bir radyonun ince bir telle sol kulağına taşıdığı ve otobüste kendisinden başka kimsenin bilmediği bir müziğe gülümsüyordu adam.

 Geniş bir meydanda otobüsten indi. Küçük bir boyacı, sandığını koydu yanma. «Tozunu alalım mı abi?» dedi. Ayağını özenle koydu sandığın üstüne; sargıların arasındaki kirler, beyaz bir fırçayla özenilerek temizlendi. Sonra, güvercinler için mısır aldı; kollarını iki yana
açarak serpti kuşlara. Parkın girişindeki duvann üstünde oturan kasketli bir genç, yamndakine, «Put gibi olmuş, şuna bak,» dedi. «Çarmıh,» diye düzeltti öteki. Güldüler.


 Parkın kapısında ‘Otuz iki dişe keman çaldıran' bir şişe gazoz içti. Gölgedeki banklardan birine oturdu. Bir ihtiyarın, dişleri olmadığı için, pek anlaşılmayan dertleri ni dinledi. Derli toplu insanlar, dinlenmek için başka yerlere gittiklerinden kimseye garip görünmedi kılığı, kimsenin gözüne çarpmadı. Sonunda, ihtiyarın isteği üzerine, onu durağa götürdü koluna girerek. Parktan çıkarken gene peşine takıldılar. Önce çocuklar. Durağa oldukça kalabalık geldiler. «Allah belâsını versin bu pis yabancıların,» dedi birisi; gömleğini pantolonunun üstüne çıkarmış, bütün yüzü bıyık içinde kara bir adam. «Bedava ya­ şıyorlar bu ülkede.» Arabasının kapısına dayanmış, müş­teri beklerken, yağlı, kıymalı bir şeyler yiyen şoför de bu
düşünceye hak verdi: «Paramızın değeri de bu yüzden dü­şüyor abi.» İhtiyar, mantolu adamın kolunu çekti, «Beni karşıya geçirin,» dedi. Bir taksi geçerken onlara hafifçe dokundu, durdukları halde. Dönüp baktılar. «Ne bakıyorsun?» dedi, pencereden uzanan kafa. Geri çekildiler, onlan izleyen kalabalığa çarptılar. İhtiyar, mantoyu çekiştirip duruyordu. Hızla geçen arabalar yüzünden bir türlü ulaşamadılar karşıya. Bir iki atılıştan sonra kaldmmm kenarına sığındılar. «Hepsi de esrarkeş bunların. Ezersin başına belâ.» Şoförle bıyıklı birer sigara yaktı­lar. «Adama bak,» dedi bir kadm kocasına. Baktılar. «Çocuklar kâğıttan kuyruk takmışlar arkasına.» Güldüler.Çocuklarla arabaların arasına sıkışıp kalmıştı; ihtiyar adamı bulamadı. Kalabalık arttı. «Ayaklan sargı içinde.»
«Cüzzamlı olmasın.» İtişerek çekildiler. Hiçbir şeyden korkmayan çocuklar, yani çocuklann hepsi, eteklerini tutarak çevirdiler onu. «Karama çengelli iğneler takmış.» «Kollarına ipler bağlı.» «Sakın tımarhaneden kaçmış olmasın.» «Deli bu, mantonun üstüne taktığı kemere bakın.» «Manto mu?» «Kadm mı?» «Ne kadını? Kafadan manyak.» «Polis çağırın.» Gözlerden kurtulmak için başını kaldırdı: İlerde, köprünün üstünde bir adam onun filmini çekiyordu. «Abi, bunlar filim çeviriyorlar.» Bütün gözler köprüye çevrildi. Bu kısa süreden yararlandı, sırtım köprüye döndü, adımlarını hızlandırdı. Sonra koşmaya başladı.

 
 Uzaktan hızla geçen bir trene doğru koştu; bir, duvardan atlarken düştü, bir telörgü elini kanattı. Demiryo luna ulaştı sonunda. Hat boyunca ilerledi. İstasyona varnığı zaman soluk soluğa ve ter içinde yığıldı yere. Kalkarken etekleri dolaştı ayağına, düştü. Sonra, geri geri giderek uzaklaştı istasyondan. Kadınlar helasının duvarı­na dayandı. Bir iki tren geçti, istasyon tenhalaştı. O zaman gişeye yürüdü. Gişedeki memur onun suratına baktı ve bu konuşmayan adama ikinci mevki bir bilet verdi. Trende, sarı tahtaların üstünde, kendisi gibi kirli, kendisi gibi yorgun, kendisi gibi çevreye ilgisiz insanlarla birlikte yolculuk etti. Yasak levhasına rağmen onlarla birlikte, onların ikram ettiği sigarayı içti. Pencereden denizin göründüğü bir istasyonda da trenden indi.

 Üzerinde ‘Halk Plajı’ yazılı bir kapıdan girdi. Kumların üstünde bir süre dolaştıktan sonra, yün ören ihtiyar bir kadının boş bıraktığı sandalyeye oturdu. Önce, kumda top oynayan gençlerin ilgisini çekti. Birbirlerini iterek onu işaret ettiler. Kafasına bir iki top attılar. Bir toptan kaçmak isterken sandalyesiyle birlikte yere yıkıldı. Çevresine toplandılar. Çıplak bacakların duvarından ürktü, gözlerini kapadı. «Sarası var,» dedi öndeki gençlerden biri. «Ayaklan da sargılı. Kötü bir hastalığı olmalı,» diyerek geri çekildi yassı burunlu bir genç kız. Kalabalık bü­yüdü, arka sıralara düşenler onu görmek için itiştiler; çevresindeki çember daraldı. Ayağa kalkmadı artık. Üçüncü sırada duran uzun bıyıklı bir genç, kalabalığı yardı.
«Ne bunaltıyorsunuz hasta adamı,» diyerek ön sıradakileri itti. Onların yerini hemen başkaları aldı. Kalabalık, bir bütün olarak, yere çakılmış gibi hiç kımıldamadı. Konuşmadılar da. Sadece seyrettiler onu. «Bacaklarını havaya kaldınn.» diye bağırdı arkadan biri. «Suları aksın.» Bu sözleri duyan bir görevli, duruma el koymanın zamanı geldiğini düşünerek, boğulmakta olan adama gerekli müdahaleyi yapmak üzere ön safa geçti. Kızgın kumlar ve manto ve kemer ve sargılar yerdeki adamı yakı­yordu; kalabalık da hava almasını engelliyordu; artık, yüzünden akan terleri silmiyordu. Onun uygunsuz durumunu tespit eden görevli, mantolu adamı uyardı: «Bu
kılıkta bulunamazsın burada.» «Mantosunu çıkarsın!» diye bağırdı ön sıradan biri, vücudu kumlarla sıvanmış gibi kıllı bir karaltı. «Belki de içinde bir şey yoktur,» dedi mahzun görünüşlü bir genç, yanındakine. «Ben buna
benzer bir şey okumuştum bir yerde.» «Burayı hemen terkedin,» diye diretti görevli. «Halkın huzurunu ihlâl etmeye hakkınız yok.» Uzun bıyıklı genç onu savundu: «Elbiseyle oturabilir. Buna bir engel yok.» «Kadın mantosu!» «Sapık herif» diye bağıranlar oldu. «Dışarı!» diyerek kolundan tutup yerdeki adamı kaldırmaya çalıştı görevli. «Kendi gider,» dedi bıyıklı genç. «Bırak adamın kolunu.» Beyaz mantolu adam doğruldu, kalabalığın üstüne yürü­dü; hemen açıldılar, geçebileceği kadar bir boşluk bıraktılar halkada. Gözleri yanıyordu terden; yüzü kıpkırmı­zı olmuştu. Yürürken sargılar çözülüyordu bacaklarından. «Denize değil!» diye bağırarak peşinden koştu gö­revli; bıyıklı genç tarafından yolu kesildi. Arkalarından koşan kalabalığın içinde kayboldular.


 Su, bileklerini geçince mantosunun eteklerini topladı. Kalabalıktan kurtulmuş olan görevli, elbisesiyle daha ileri gidemedi. Mantonun etekleri önce suyun üstünde açıldı, sonra ağırlaşıp battı. «Dur!» diye bağırdı uzun bı­yıklı genç. «Boşver abı,» dediler. «Fazla ileri gitmez.»
Deniz sığdı; bütün manto suyun içinde kaybolduğu zaman kıyıdan çok uzaklaşmıştı. Fazla ileri gitmişti. Yanılmışlardı.


 Bıyıklı genç de çok geç kalmıştı. Beyaz mantolu adamın, boyunu geçen yere kadar yürüyeceğini aklına getirmemişti. Yerinden fırladı birden; fakat yetişemedi. Böyle bir olayla daha önce hiç karşılaşmamıştı. Sonra başka gönüllüler de çıktı. Aramalar bir sonuç vermedi. Uzun bıyıklı genç kıyıya çıkınca soluk soluğa kumlara oturdu, elini ağzına siper ederek yere tükürdü, «Amma da hikâ­ye,» dedi.

 
 

 



 


 
 

 

Yorumlar