Beyaz Mantolu Adam -Oğuz Atay-


 Kalabalık bir topluluk içindeydi. Başarısızdı. Parası yoktu. Dileniyordu. Caminin önündeydi. Büyük bir camiydi bu. Minareleri, kubbeleri, kemerleri ve parmaklıklı pencereleri filân hepsi tamamdı. Özellikle avlusu: dilenenler için en önemli yer. Bir kenarda duruyordu. Hiç­ bir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir garipli­ ği olmadığı için ya da kendisini çevreden ayırıp başarı­ sızlığına üzülecek kadar düşünemediği için dilenirken de başarısızdı. Küçük kaplar içinde mısır satmadığı için, çocuklarla ve kuşlarla birlikte, başkaları adına sevap işleyemezdi; ayrıca, ne kırmızı cüppeli bir müneccime benzeyen ihtiyar gibi tekerlekli ve meşin duvarlı ve öğle tatilinde ön duvan bir kepenk olup sahibini kapatıveren kulübede yaşıyordu, ne de şişman kötürüm gibi nazar boncuklarını ve tespihlerini ve çakmak taşlarını artık satamadığı anda gaz pedalına basıp motosikletli tezgâhıyla oradan hemen uzaklaşabilirdi. Sermayesi ve görünür bir sakatlığı yoktu. Belki, yoldan geçen birini durdurup, hastaneden yeni çıktığını ve hemşerisi inşaat çavuşuna gidecek parası olmadığını söyleyerek köylü taklidi yapabilirdi; fakat, konuşmadığı için, bu bakımdan da başan kazanması oldukça güçtü. Caminin duvarına yaslanmaktan başka ilgi çekici bir eylemde bulunmuyordu. Hatta henüz avcunu açma teşebbüsüne bile geçmemişti. Bununla birlikte, güvercinlerin ve mısır kaplarının ve caminin eğimli bir duvar çıkıntısına dizilen cinsel ve dinsel kitapların ve halkı bazı toplumsal kötülüklere karşı uyaran ve ağaç gövdelerine sarılan gazetelerin ve makbuz m ukabili iyilik işleriyle uğraşanların yoğunlaştığı sırada; onu sakat sanan başörtülü ve çarşaflı kuru bir kadın, bu gö­nülsüz dilencinin avcunu çevirerek içine biraz para koydu. Belki de o sırada oldukça yüksekte duran güneş yü­zünden gözlerini kırpıştırdığı için paraya bakmadı; belki de gözü, caminin iç avlusunda oynayan çocuklara takıldığı için avcunu kapamayı unuttu. Bütün bunlar, gü­nün ilk hayırseveri biraz uzaklaştıktan sonra olmuştu.Kadın onun yüzüne bakarken, bilerek ya da bilmeyerek
hiç oynatmamıştı gözbebeklerini. Bu yüzden ilk m üşterisi onu kör sanmıştı. Avcuna düşen başka bir paranın sesiyle kendine gelir gibi oldu: Kendisi gibi elbisesi yırtık, sakalı uzamış bir adam gördü başını kaldırınca. Sonra, eski bir halıdan yapılmış torbasını sinirli hareketlerle karıştırarak bozuk para çantasını arayan genç kız çıktı kar­şısına; büyük bir para elini ağırlaştırdı, öteki bütün paraları kapadı.

 Kucağındaki kundak çocuğuyla karanlık bir kadın çömeldi yanına. Bir süre, iki leke gibi, duvara dayalı durdular. Sonra, açık leke avlunun ortasına doğru yürü­dü. Kırmızı cüppeli ihtiyarın kulübesinden bir baston uzandı bacaklarına; neredeyse düşecekti. «Beni gölgeye
götür delikanlı,» diye söylendi ihtiyar, aksi bir sesle. Kulübesi, tekerleklerin doğrultusunda itilince, «Oraya değil,» diye tepindi kırmızılı müneccim ve dışan çıktı; istediği yöne çevirdiler tekerlekleri.

 

 İhtiyar, kulübesinin açık yanını hırsla örttü; başka bir duvarından küçük bir pencere açtı. Oradan öfkeyle baktı avluya. Gölgede bıraktı ihtiyari; gitti duvara yaslandı ve paralarını seyretti.  «Sağlam adamsın; utanmıyor musun dilenmeye?»
Şişman bir adam duruyordu yambaşmda:

 «Bir iş verilse çalışmazsın.»
Şişmanın yerde duran bavuluna baktı, iki eliyle tutup kaldırmaya çalıştı yükü; başaramadı.
Sonra bir hamal gördü uzakta, becerikli. Onun gibi yaptı. Çömelerek sırtını bavula dayadı, sapı kavradı; olmadı. Şişman adamın da yardımıyla yüklendi sonunda.  Yolda, «İki buçuk liradan fazla vermem.» dedi ince sesiyle şişman. Yanyana yürüdüler. Rıhtıma yaklaşınca sırtındaki yükle birlikte yere çöktü. Bavul sahibi durdu ve bir süre kararsız kaldı; sonra uzattı parayı. Galiba ona biraz acmmıştı. Vapura da girebilirdi ayrı bir ücretle; fakat, hamallar örgütünün duvarını yaramadı. Sonra, vapur iskelesinin duvarında dilendi biraz. Yeniden yük taşıma ihtimali belirince caddeye doğru itildi. Biraz hırpalanmıştı, hafifçe sallanıyordu olduğu yerde. Onu, günün bu saatinde sarhoş olmakla suçlayanlar çıktı; gene de oldukça iyi iş yaptı. Sonra gene bavul, sandık filân (rıhtıma kadar). Onu sağlam sayanlarla sakat sananlar arasında gitti geldi. Belki daha çalışacaktı. Fakat,
iyi giyimli bir bay, ona para vermek için tam elini cebine soktuğu sırada, yanlarından geçen bir kadının kucağındaki çocuk bu kılıksız adama bakarak ağlamaya baş­layınca parayı beklemeden yürüdü; hemen karşı kaldırı­ma geçti.

 Cami avlusuna gelince bir kemerin altına girdi, loş ve serin duvarın dibinde parasını saydı; sonra karşı duvardaki simitçiye bütünletti, biraz da bozuk para kaldı. Yürüdü, kalabalık bir sokağa çıktı; insanların arasına karıştı yeniden. Yorgun ve terli iki hamalın ortasında duran oymalı, yaldızlı büyük bir boy aynasında kendini seyretti: Ceketi yoktu, gömleği parça parçaydı. İstemeyerek iki serserinin kavgasına karıştığı, onlara aracılık ettiği bir sırada yırtılmış olan gömleğinin parçalarını üst üste getirdi aynaya bakarak; pantolonunu tutan ipi çözdü, daha sıkı bir düğüm attı. Sonra aynayı götürdüler; yırtık pantolonunu ve çorapsız ayaklarına geçirmiş oldu­ğu lastikleri seyredemedi. Yavaş yavaş yürüdü; dar ve kalabalık sokaklardan, dar ve kalabalık sokaklara geçti. Yürüyen insanların gürültüsüne sokak satıcılarının sesle ri katıldı. Sonra satıcılar, belirli ve sabit yerler almaya başladılar kaldırımlarda: Önce kısa ayaklı tezgâhlar gö­ründü; tezgâhlar yükseldi, sırıklar ve tentelerle donandı. Güneş ve binalann üst katlan kayboldu; sıcak azaldı
ve sokaklann üzerinde yürüyecek yer kalmadı. Nereye asıldıklan belli olmayan elbiselerin ve kumaşlann arası­na sıkıştı; durmak zorunda kaldı. Rüzgânn ya da gelip geçenlerin salladığı beyaz bir manto süründü yüzüne. uzun ve aydınlık bir manto. Kloş etekli, kocaman düğ­meli bir hayalet; geniş yakalı, serin.

 
 Hafif bir rüzgâr çıktı; iri yan, esmer ve görünüşü taşralı satıcının elbiselerini belli belirsiz dalgalandırdı. Yalnız beyaz manto kımıldamadı; ağır bir kumaştan yapılmış olmalıydı. Bir süre durdular mantoyla karşılıklı. Onu seyreden satıcı, sessizliği bozdu sonunda: «Ne o? Satın mı alacaksın?» Karşılık vermedi. Gülümseyerek yere tükürdü satıcı; yüzünde yan kurnaz, yan ilgisiz bir ifade vardı. Önce satıcıya, sonra tekrar mantoya baktı; elini
cebine soktu. «Dur bakalım, bir giydirelim hele.» Çevresine bakmdı satıcı, oyuna katılacak bililerini aradı. Kar­şı kaldırımdaki küçük meyhaneden bir adam izliyordu onlan; dirsekleri tezgâha dayalı, elinde birası, gülmeye hazır bekliyordu. Başka ilgilenen yoktu.

 
 Hafif bir rüzgâr çıktı; iri yan, esmer ve görünüşü taşralı satıcının elbiselerini belli belirsiz dalgalandırdı. Yalnız beyaz manto kımıldamadı; ağır bir kumaştan yapılmış olmalıydı. Bir süre durdular mantoyla karşılıklı. Onu seyreden satıcı, sessizliği bozdu sonunda: «Ne o? Satın mı alacaksın?» Karşılık vermedi. Gülümseyerek yere tükürdü satıcı; yüzünde yan kurnaz, yan ilgisiz bir ifade vardı. Önce satıcıya, sonra tekrar mantoya baktı; elini
cebine soktu. «Dur bakalım, bir giydirelim hele.» Çevresine bakmdı satıcı, oyuna katılacak bililerini aradı. Kar­şı kaldırımdaki küçük meyhaneden bir adam izliyordu onlan; dirsekleri tezgâha dayalı, elinde birası, gülmeye hazır bekliyordu. Başka ilgilenen yoktu.

 
  «Çok pahalı, sen alamazsın,» dedi satıcı son bir çabayla.   «Yüz elli lira. Kadm mantosu. Deli misin sen?»
Satıcıyı dinlemiyordu. Bütün parasını uzattı bir top halinde. Satıcı yığını açtı istemeden; önce içindeki bozuk paralan ayırdı, sonra kâğıt paralan saydı.

 «Kırk beş lira,» dedi sevinçle. «Dünyada olmaz. Çı­kar mantoyu.» Çıkarmadı.
 «Yüz yirmi beş lira maliyeti var,» diye tepindi satıcı.
İlgilenmiyordu satıcıyla. Eteklerinin nereye kadar indiğine bakıyordu: Ayak bileklerine geliyordu neredeyse.

 «Gülünç olursun,» diye diretti satıcı. «Yüz liraya verdik diyelim. Nerede para?» Meyhanedeki adam kendine gelmişti. Göğsündeki sancı geçmişti. Fakat gülmek de gittikçe zorlaşıyordu. Bununla birlikte, satıcıyı tuttuğunu belirten gözlerle izliyordu olayı. Satıcının neşesi kaçmış­tı; sadece, durdurulması güç inadı kalmıştı ortada.
 «Otuz lira daha ver öyleyse,» dedi.
 «Başına geleceklere de karışmam.»
Beyaz mantosuyla topuklarının çevresinde döndü; ilk defa gülümsedi çevresine bakarak. Sonra, sanki bir daha hiç gülümsemeyecekmiş gibi mahzunlaştı birden.
 
 Meyhanedeki müşteri, olaya sırtını çevirdi. Satıcı yalnız kalmıştı.
 «Allah belânı versin,» dedi.
 «Al şu pis bozukluklarını da.»
Mantonun cebindeki eli çıkardı dışarı ve madenî paraları bir bir içine koydu.
 «Şimdi artık inanmazsın ama, bu sabah ihtiyar bir kadın getirmişti; vallahi tam otuz beş lira verdim bu mantoya. Kadın eşyası bu, kolay satılmaz ki.»
 Sesi öfkeliydi. Beyaz mantosuyla kalabalığa kanştı. Tentelerin bittiği yerde gökyüzüne baktı. Yerdeki bir su birikintisinden güneşle birlikte yansıdı. Sonra su birikintisi kalabalıklaş­
tı; lekesiz görüntüsünü, irili ufaklı gölgeler çevirdi. Mantosunu seyretmek için eğilince, henüz şaşkınlığı geçmemiş ve onu nasıl karşılam ak gerektiğini bilemeyen topluluğu gördü suyun içinde. Mantosunun eteklerini kirletmemek için su birikintisinin çevresinden dolaştı. Onu doğrudan doğruya izlemek isteyenler suyu geçmeye çalışırken ıslanarak yarı yolda kaldılar.

 
 Arkasına bakmıyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Konu­şulmuyordu; fakat ne de olsa topluluğa katılanlar gittik­çe arttığı için hafif bir uğultu geliyordu peşinden. Yüksek duvarlarla çevrili küçük bir cami avlusunu geçtiler. Meydandaki kahvenin gölgesinde serinlemek için kalanlar olduysa da, çaylarını çoktan bitirerek ne yapacağını bilemeyenler onların yerini aldı. Çok kalabalık sayılmazlardı; gene de, avlunun kemerli kapısını geçerken hafif bir itişme oldu. Sonra, karşılarına çıkan beklenmedik birkaç basamaktan inilirken yaşlıca bir adam, iki çocuğun üstüne düştü. Küçük bir karışıklık çıktı. Bazıları da duvarlardaki, işçi arayan yüzlerce ilâna kapıldı bir süre. Kısa bir duraklama dönemi geçirildi. İki duvar arasına
sıkışmış basamaklardan kurtularak genişledikleri zaman biraz ferahladılar doğrusu; fakat, mantolu adamı bulamadılar. Gitmişti. Bazı küçük tartışmalar çıktı; iş arayanlara ve henüz, düştüğü basamaktan kalkma fırsatını bulamayan ihtiyara çatıldı. Bir sonuç alınamadığı için kalabalık dağıldı.

 
 
Yakıcı bir güneş vardı. Adımlarını yavaşlattığı halde, alnından kayan ter damlaları sakalını ıslatıyordu. Bü­yük bir köprünün üstünde parmaklıklara yaslanarak bir tarak satıcısının gölgesine sığındı. Mantosuyla, sakalıyla ve gelip geçenlerin üzerinden aşan bakışlarıyla satıcıya yararı dokundu; İşsiz güçsüz takımından, onu seyretmek için duranlar oldu; ağır yük taşıyanlar, tam orada dinlenmeyi uyguıı buldular. Birkaç tarak satıldı bu arada. Hareketsiz, ifadesiz, öylece durduğu için önce yanma yaklaşamadılar. En çok konuşulan yabancı dilden bildikleri birkaç kelimesi onun üstünde deneyenler çıktı.
 «Bu adam turist değil,» dedi birisi.
 «Kendini yutturmaya çalışıyor.»
Bir başkası da yabancı dilden bir küfürle yokladı onu. Karşılık alınamadı. Cebinden Amerikan sigaraları görü­nen bir tombalacı,

 «Yok yahu, bu herif İngiliz,» dedi.
O dilden de küfür edildi. Sonra ona dokundular, mantosunun eteklerini çekiştirdiler; canlı olduğu anlaşıldı. Yürü­dü, oradan uzaklaştı.
 Köprü uzundu; başka satıcıların yanında da dikildi bir süre. Hattâ bir tanesi, filtreli sigaralar satan kasketli bir genç, kendi yerine bıraktı onu, çişe giderken. O kısa süre içinde beş paket sigara, üç kibrit satıldı. Satıcı dönünce de birer filtreli sigara yaktılar kendi tezgâhlarından; parmaklıklara dayanıp, balık tutanları seyrettiler konuşmadan. Mantosunun üst iki düğmesini çözdü, gene de serinleyemedi. Alnına biriken terleri mantosunun geniş yakasıyla sildi. Köprünün ucuna çevirdi gözlerini; karanlık sokaklar vardı orada. Mantosunu ilikledi, eliyle belirsiz bir hareket yaptı satıcıya ve ayrıldı oradan.
 Yüksek binaların koruduğu dar bir sokakta bir vitrinin önünde durdu. Kendini seyretti. Kumaşların, elbiselerin ve satıcıların dükkânlardan taştığı bir sokaktaydı. Müşterilerin yolu kesiliyordu. Bir süre sonra, vitrinin gerisinden gözetlendiğini sezdi. Şişman dükkân sahibi, dü­şünceli küçük gözleriyle onu süzüyordu. Sonra, geniş bir gülümseme kapladı yuvarlak yüzü; gözler kısıldı, kayboldu.
 «Baksana sen buraya,» diye seslendi, şişman gövdesiyle kapıyı tutarak. «Nereden buldun o mantoyu?»
 Baktı; karşılık vermedi. Başka birisi yaklaştı o sırada yanı­na, kolundan tuttu.
 «Hey mister/» dedi. Anlamadığı dilden bir şeyler anlattı. Olmadı.
Sözlerini elleriyle destekledi; aynca, kollarıyla da açıklamaya çalıştı ne istediğini. Olmadı. Yerde duran bavulunu açtı, saydam kâğıtlara sarılı gömlekler çıkardı içinden ve mantolu adamın eline tutuşturdu. Parmağını mantonun büyük düğmelerinden birine dayadı, «Sen turist,» dedi. «Sen getirmek gömlek Fransa Almanya. Yok para. Satmak.»
 Gene de anlaşıldığından kuşkuluydu. Onu vitrinin önünde öylece bıraktı, sokağın köşesine gitti. Şişman adam, dükkânının kapısında sonucu bekliyordu. Biraz sonra kırmızı pantolonlu, göğsünün kıllan gömleğinin çiçekleri arasından kara bir çalı gibi fışkıran bir genç durdu önünde; gömleklere baktı:
«How much?» dedi.
Genç adamın yüzüne bakıldı sadece. Sokağın köşesindeki asıl satıcı hırsla ayağını yere vurdu.
 «Herif esrarkeş,» diye homurdandı. Kıllı genç müşteriyi kaçırmamak için yanına yaklaşarak,  «Sağırdır,» dedi telâşla.
 «Yüz liraya veriyor.»
 «Pahalı,» dedi kırmızı pantolonlu genç. Asıl satıcı, mantolu adamın yüzüne öfkeyle baktı; kararsız durdu bir süre, sonra kulağını onun ağzına dayadı.
«Seksen liraya indi,» dedi aceleyle. «Ben dilinden anlarım.»
Mantolu adam, satıcının aracılığıyla sessiz bir pazarlık yaptı. Altmış liraya satmış oldu gömleği sonunda. Bir saatten az bir süre içinde bitti gömlekler. Mantonun cebine on lira konuldu ve
«Goodbye,» denildi, uzatmadığı eli sıkılarak. «Çok şahane!» diye bağırdı
şişman dükkâncı.
  «İçeri gelsene biraz.» Durdu, düşündü:
 «Öyle ya, anlamaz.» Bavullu satıcının yolunu denedi: «Sen gelmek dükkân burda,» dedi ve daha fazla beklemeden onu kolundan tutup içeri çekti. Tezgâhlarla birlikte bir süre çevresinde dolaşarak ondan ne yapabileceklerini dü­şündüler. «Herif de manken gibi duruyor ortada. Eline kumaş topunu verip sattıramam ya!» Bir süre daha çevresinde dönüldü. «Manken,» dedi şişman dükkâncı gene, başka söz bulamadığı için. Bir süre de tezgâhtarla birlikte söylendiler «Manken, manken,» diye ve çok sonra akıl ettiler onu manken olarak kullanmayı. Bir süre de «Canlı manken!» diye bağırdılar sevinçle. Sonra onu vitrine doğru ittiler, orada durması için (ona başka türlü söz dinletilemiyordu ki). Tam vitrinin çıkıntısına doğru adı­mını attıracakları sırada, «Ayakları çok kirli, pantolonu
da öyle,» diyerek patronunu uyardı tezgâhtar. Onu durdurdular. Ayakkabılarının üstüne ve pantolonunun alt tarafına biraz beyaz bez sarıldı. Mantonun örtemediği kı­sımlarıyla müzedeki bir mumyaya benzer gibi oldu. Kollarından tutup vitrine çıkardılar. «Böyle put gibi durmasın,» dedi tezgâhtar. «Güzel bir poz verelim ona.» Gene düşündüler. «Kollarını açalım,» dedi patron. «Vitrini doldursun.» «Yorulur, kollarını oynatıp durur.» Naylon iplerle tavana asmaya karar verdiler sonunda kolları. Bir kolu ileri uzattılar, bağladılar ve ipi vitrinin üstündeki bir çiviye tutturdular. Öteki kolu da, duvarda boşalttıkları bir rafa yerleştirdiler. Onların çalışmasını seyretmeye başladı birkaç kişi. Sonra, vitrinin önünde birikenlerin sayısı çoğaldı. «Cansız bu, kukla.» diyenler çıktı. Tezgâhtar, kapının önünde bağırıyordu: «Canlı manken ma­ğazasına buyurun! Serinletici kumaş çeşitlerimizi görün.


Öykünün devamını: https://oyledebir.blogspot.com.tr/2018/02/beyaz-mantolu-adam-2-oguz-atay.html buradan okuyabilirsiniz.
 

 
 
 
 
 

Yorumlar