Yıpranmış hırkanın kapşonunu başına çekti, genç adam. Siyah renkli, ince bir eşarbı yüzüne doladı.Şimdi yalnızca gözleri ve alnının bir kısmı açıktaydı.
Koridordan yürüyerek evin binaya açılan kapısına geldi. Binadan hızla indi.
Akşam üzeriydi, insanlar işlerinden çıkmıştı. Kimileri eve kimileri ise günün stresini
atmak üzere eğlenmeye gidiyorlardı, bu yüzden sokağa tatlı bir telaş hakimdi .
Hava rüzgarlı ve serindi, kuşlar günün son voltasını atıp yuvalarına
çekiliyordu bir bir. Genç adam ana caddede hızla yürümekteydi. Mevsimlerden sonbahar
olduğu için kimse genç adamın yüzündeki eşarbı garipsemiyordu. Adam caddenin
kavşakla kavuştuğu yere dek yürüdü, bir anda durdu. Bir büfenin önündeydi. Caddede
trafik hızla akıyordu. Genç adam büfenin biraz ilerisindeki duvarın dibine
çöktü. Caddenin karşısındaki kafeteryayı seyre koyuldu. Kafeteryada insanlar
oturmuş olağan şekilde bir şeyler içiyor, uzun sohbetler ediyor, kimi zamansa
şakalaşıp gülüşüyorlardı. Genç adam hiçbir tuhaflık emaresi göstermeden
seyrediyordu kafeyi. Kafenin önündeki masaların birine bir kadın yaklaştı,
masanın etrafındaki sandalyelerden birini çekip oturdu. Sarı saçlı, düzgün
vücut hatlarına sahip, dikkati çekecek derecede iri göğüslü gayet güzel bir yüze sahip olan kadının
yanına az sonra kafe çalışanlarından biri geldi. Kadın ve çalışan arasında kısa süren bir konuşma geçti, Sipariş verilmişti muhtemelen. Bunlar olağan şeylerdi. Az
sonra aynı çalışan elindeki kahve fincanını kadının önüne bırakıp ayrıldı
oradan .
Kadın tüm güzelliği ve ihtişamıyla oturduğu yerden çevreyi izliyor
bazen gelip geçenleri başıyla selamlıyor bazen ise telefonuyla meşgul oluyordu.
Genç adam bunlardan hiç birini yapmıyor yalnızca duvar dibinde oturup kadının
her hareketini en ince ayrıntısına kadar seyrediyordu. Kısa bir süre sonra
takım elbiseli, şık bir beyefendi kadına yaklaştı, tokalaşıp öpüştüler.Bahsi
geçen beyefendi kadının karşısına oturdu. Genç adam, takımlı beyi görünce
hiddetle ayağa kalktı, sonra birden yılların kazandırdığı eziklik ve mağrur
çaresizlikle yine yerine çöktü. Kısa bir süre sonra takımlı bey ve kadın uzun
ve neşeli bir sohbete dalmış olmalılar ki
kendilerini kaptırmış oldukları her hallerinden belli olarak kahkaha atmaya
başladılar. Genç adam daha fazla dayanamayacağını anlayıp çöktüğü yerden
kalktı. Az önce geldiği yöne doğru ağır adımlarla ilerledi.
Cadde hala
kalabalıktı, şık giyimli kadınlar, temiz elbiseli ve kibar beyler, işçiler,
esnaflar, sokak satıcıları, hepsinin yüzü açık ve başları dik… Rüzgar şiddetini artırmıştı, genç adam adımlarını
biraz daha sıklaştırdı,caddenin sonundaki sokağa girip çarşının bulunduğu yokuşa
geldi. Genç adam çevresiyle tamamen alakası kesilmiş bir halde dalgın dalgın
yürüyordu. Birden şiddetini artıran rüzgar genç adamın yüzündeki eşarbı açtı.
Genç adam eşarbı düzeltmek üzere başını kaldırdığı anda genç adamın yüzünü
gören kadının biri, ciğerini söküyorlarmışcasına çığlık attı. Sokaktaki herkes
çığlığın geldiği yöne baktı, kadın dilini yutmuş gibiydi. Genç adam eşarbı
alelade yüzüne geçirdikten sonra tüm insanların kendisine yöneldiğini fark etti.İçi amansız bir korkuyla dolmuştu. Ne yapacağını bilmez halde olduğu yere
çakıldı. Birkaç metre ilerisindeki bir adamın kendisine doğru koştuğunu görünce
çareyi kaçmakta buldu. Hızla ara sokaklardan birine daldı. Bir ceylan kadar hızlı
koşuyordu, fakat kendisini kovalayan çakal sürüsünün sayısı gittikçe artıyordu,
ve onların yavaş koştuğunu söylemeye imkan yoktu. Fakat bu kovalamaca bir
garipti doğrusu. Kaçan ne için kaçtığını bilmiyordu,kovalayanlar ise ne için kovaladıklarını.
Yine de kaçan tamamen bilgisiz ve savsızken, kovalayanların birkaç muhtemel
savı vardı, kovaladıkları kişi ya kadını taciz etmişti ya da kadından bir şey
çalmıştı ya da daha fazla uzatılabilecek ya daları vardı. Bunu düşünmek
şimdinin işi değildi, avı yakaladıktan sonra bunu anlayabilirlerdi. Kovalamaca
uzun sürmedi, kovalayan gruptan biri genç adamın sırtına sert bir tekme atarak
avı yere sertmişti. Ava yetişen grup ise genç adamı yerde hunharca tekmeledi.
Ayaklarının altındakinin insan mı yoksa bir taş mı olduğunu pek önemsemiyor
gibiydiler. İşin özü ayaklarının altındaki taş olsa çok daha temkinli
davranırlardı, çünkü o durumda canı yanan kendileri olacaktı. Fakat insanoğlunun alçak yönü canı yanan kendi olmadıkça, bu duygunun nasıl bir şey olduğunu kavrayamayacak kadar kördü. Ayaklarının altındaki insandı işte, aynısından milyarlarca vardı, geberip gitse
bile ne olacaktı ki. En sonunda grubun içinden, diğerlerine nazaren biraz daha
aklı başında olan biri genç adama konuşma şansı vermeyi akıl etti. Yerde yarı
baygın kıvranan adama yakşaltı,üzerine eğildi, eşarbı tutup çekti. Gözleri
faltaşı gibi açılmış bir halde geriye fırladı.. Gruptaki diğerleri de
meraklanıp yerde yatan genç adamın yüzüne eğildi. Gruptan bir başkası hayretle
‘bu adam cüzzamlı’ dedi. Gruptakiler yerde yatan genç adamı neden kovaladıklarını şimdi
anlamışlardı, yoldaki kadının neden çığlık attığını da. Genç adam cüzzamlıydı. Yüzünde korkunç yaralar vardı, yaraların çoğu yarılmış olduğundan deri altına
dek açık halde görünüyordu. Yaralardan sarı iltihaplar akıyor, kimi yerlerdense
irin akıyordu. Bir insanın midesini bu denli bulandırabilecek bir sahne ancak
kırk yılda bir çıkardı kişinin karşısına. Gruptakiler hiçbir pişmanlık ifadesi
göstermeden meselenin özünü kavramış olmanın ferahlığıyla uzaklaştılar oradan.
Hiç biri de en azından genç adamı kaldırmayı bile akıl etmedi.
Linç girişiminden yirmi dakika
kadar sonra genç adam kendini daha iyi hissettiğini düşünüp ayağa kalktı. Yine
de bu yalnızca fiziksel bir iyi hissetmeydi. Ruhsal iyi hissetme ise yıllarca
olmadığı gibi şimdi de mevcut değildi. Üstündeki tozu ve tekme izlerini
üstünkörü temizledikten sonra tekrar caddeye çıktı. Nereye gideceğini
bilmiyordu. İnsanlar kendilerini, kötü
hissettikleri zamanlarda kendilerini
anlayacak birinin varlığına ihtiyaç duyarlardı. Genç adam da bazı eksiklikleri
de olsa bir insan olduğundan böyle bir insanın varlığına ihtiyaç duydu.
Kafasında gidebileceği insanları taradı, ne yazık ki bu tarama pek kısa sürdü,
çünkü gidebileceği kimsesi, yoktu, hiç kimsesi yoktu,hiç kimse... hiç olmamışlardı da. Genç adam hastalandığından
beri ki bu da on seneye tekabül ediyor, tam bir yalnızlık ama tam ve gerçek bir
yalnızlık yaşamıştı, kelimelerin bile vurguda yetersiz kaldığı bir yalnızlıktı bu. Bu bir ergenin ya da biraz kafa dinlemek maksadıyla kendini bir odaya kilitleyen birinin ukalaca attığı yalnızlık sloganlarından değildi. Bu bir insanın yalnız olduğunu söyleyebileceği birinin bile olmamasından ileri gelen bir yalnızlıktı. Bu yalnız tanrılara adledilen yalnızlıklardandı.
Babası öldüğünde genç adama bir ev bırakmıştı ve annesi öldükten
sonra o evde yapayalnız kalmıştı. Devletin ödediği küçük miktardaki hasta
maaşıyla geçiniyordu ve hayatı o küçük cehhenemde kendini ve çekirgelerini
beslemek ve Yalnız Krala hizmet etmek ve onunla sohbet etmekle geçiyordu.
Genç adam kararını verip yola koyuldu, elbetteki eve gidecek ve olanları
dünyadaki tek dostu olan Yalnız Kral’a anlatacaktı. Fakat öncesinde evden her çıktığında yaptığı gibi birkaç
çekirge bulması gerekiyordu ve evdeki yüzlerce çekirgeyi beslemek için ot
toplaması. Şehrin en gözde parkına doğru yürümeye başladı. Yerde uçuşan torbayı
alıp içini parktan yolduğu otlarla doldurdu, ve yakaladığı dört çekirgeyi de o
torbaya koydu.
Yürürken kendini daha iyi hissediyordu. Gözlerini karşısındaki
belirsiz bir noktaya dikip yürüyordu. Kısa bir süre sonra eve varmıştı.
Hırkasını ve eşarbını çıkarıp lambayı açtı. Mutfak dolabından cam bir kavanoz
çıkardı. Bıçakla kavanozun kapağına kavanoza ot atılabilecek kadar büyük fakat
bir çekirgenin çıkamayacağı kadar küçük bir delik açtı. Çekirgeleri kavanoza
koyup kapağı kapattı. Mutfağın karşısındaki odaya geçti, lambayı açtı. Odada
hiçbir eşya yoktu, bu yüzden genç adamın her adımı hatta yaptığı en küçük hareketi bile
odada yankılanıyordu. Yerde dört yüze yakın kavanoz duruyordu, hepsinin içinde
farklı sayılarda çekirge vardı. Çekirgelerin kavanozların içinde sıçrayıp kavanoza
değmeleri sonucu ortaya çıkan ses hiç kesilmiyor sürekli devam ediyordu. Genç
adam torbayı açıp kavanozların üstündeki deliklerden her kavanoza bir miktar ot
attı. Uzun süren bu işlemin ardından su dolu bir şişeden kavanozlara az miktarda su da döktü. Çekirgelerin su içip
içmediğini bilmiyordu. Gözlemlemeye de fırsat bulamamıştı, bunu yalnızca
içgüdüsel bir eğilimle yapıyordu. Ayağa
kalktı genç adam, kavanozlardan gelen sesleri dinledi gözleri kapalı bir halde.
Sonra gözlerini açtı, büyük bir kahkaha attı. Uzun ve korkunç bir kahkaha.
Lambayı kapatıp çıktı odadan. Koridorun sonundaki odaya girdi.
Duvar da büyük
bir tablo asılıydı, dizleri üzerine çöküp tabloyu selamladı. Başında tacı olan
genç bir kralın portresiydi bu. Eski bir iskemle çekip oturdu tablonun
karşısına. Tiz sesiyle tabloyla konuşmaya başladı ‘görüşmeyeli nasılsınız
kralım? İyisinizdir umarım. Ama gerçekten umarım kralım, beni sahtecikten
umanlardan sanmayın. Fakat biliyorum ki iyi değilsiniz, ve ben de iyi değilim.
Biz iyi değiliz kralım ki yalnızlar iyi olamazlar. Birazdan yola çıkacağız
biliyorsunuz ya, (tebessüm etti) bundan dolayı gidip o güzel kadına veda
ettim, o güzel kafe sahibesi, beni bir güzel kucaklayıp öptü, sonra yüzümden
öptü , ellerimden de öptü kralım (uzun uzun güldü genç adam, sonra iskemleden
kalkıp aceleyle diz çöktü). Kızmayınız kralım, biraz güldürmek istedim sizi,
bağışlayın beni ve ne olur cezalandırmayın. (hızla ayağa kalkıp tabloyu
kucakladı). Ne olur gitmeyin kralım siz de giderseniz ben ne yaparım, yapayalnızım
bu dünya da kralım. Tüm insanlar cezalandırdı beni, şu küçük cehhenemde
unutulup gittim, ne olur siz de cezalandırmayın beni, ve ne olur gitmeyin
kralım, oturun lütfen şuraya, kralım. Söz olsun doğrulardan bahsedeceğim size.
(genç adam tabloyu bırakıp iskemlesine döndü, yüzünde hafif bir tebessüm vardı)
size minnetarım kralım, bu kadar acımasız olmadığınızı biliyordum. Lafı uzatıp
sıkmayayım sizi kralım hem biliyorsunuz,yolculuğumuz var, birazdan sizi de
almaya geleceğim,vaktimiz az acele etmeliyiz. Tanrı hesap vermek üzere bekliyor
bizi, ve yüzlerce at besleniyor şimdi. Hepsi bize hizmet etmek için çırpınıp
duruyorlar, can atıyorlar kralım bizi tanrıdan hesap sormaya götürmek için,
biliyorum bunu. Harıl harıl yiyorlar otlarını ve neşe içinde zıplayıp duruyorlar.
Hepsi de saygısını sunuyor size kralım. Tanrıyı düşünebiliyor musunuz şimdi,
nasıl da ödü patlıyordur. Keseceğimiz cezadan nasıl da korkuyordur şimdi. Fakat
kralım biz onun kadar gaddarca davranmayalım, o bizi yalnız bırakarak
cezalandırdı, biz o kadar cani olmayalım. En cani ceza şu yalnızlık kralım, siz
de yalnızdınız, bu yüzden Yalnız Kral adınız, ben de yalnızım kralım. İkimizde
aynı cezadan muzdaribiz. Fakat kralım siz erişilemeyecek kadar yüksekte
olduğunuzdan dolayı yalnızdınız ben ise eğilinemeyecek kadar alçakta olduğum
için yalnızım. Siz dokunmaya kıyılamayan bir elmas parçası olduğunuzdan ben ise dokunulmaktan hatta
görülmekten tiksinilen bir bok parçası olduğumdan dolayı yalnızım. Fakat
fark etmez bu kralım, netice de ikimiz de istemedik yalnız kalmayı ve ikimiz de
istemedik bir köşe de unutulmuş gibi yaşamayı, fakat bir tanrı, kendini koca
sanan bir tanrı gelip etti hayatımıza. Sizi ve beni aynı yüzyılda bile
yaşatmadı, öyle olsa ne de iyi olurdu kralım, ah sizinle neler yapardık bir bilseniz.
Fakat meraklanmayın kralım, gün hesap günüdür, gün tanrının iktidarını yıkıp
kendi iktidarımızı kurmak günüdür, beni öyle sahtecikten konuşan politikacılardan da sanmayın ha.. Gün biz günahsızken bizi cezalandıranı,
cezalandırmak günüdür. Yüzlerce at emrinizde kralım, az sonra uçup gideceğiz
buradan, sizi de alacağım yol üstünde kralım, meraklanmayın siz. Hem ben diğer
insanların beni bıraktığı gibi bırakmam sizi. (iskemleden kalkıp diz çöktü genç
adam) emredersiniz kralım, başlıyorum derhal, dedi.
Mutfak dolabından büyük bir
ip yumağı aldı, arkadaki odadan küçük bir çocuk bisikleti çıkardı. Bu bisikleti
sekizinci yaş gününde babası hediye etmişti genç adama. Bunları çekirgelerin
olduğu odaya götürdü. Amacı çekirgeleri iplerle bisiklete bağlamaktı. Böylece
göğe yükselecek tanrıya ulaşıp Yalnız
Kralla beraber ondan hesap soracaktı, ve onu kendisini ve Yalnız Kralı
yalnızlıkla cezalandırdığı için cezalandırcaklardı. Böyle yapacağına inanıyordu demek daha doğru olur galiba. Bisikleti ve ipi çekirgelerin bulunduğu odanın balkonuna taşıdı genç adam,
buradan göğe yükseleceklerdi. İçinde çekirgelerin olduğu birkaç kavanozu kucaklayıp onları da balkona
taşıdı. Sonra portrenin bulunduğu odaya girip Yalnız Kralın portresini de
itinayla balkona taşıdı. Yere oturdu, ipin ucunu eline aldı. İçinde yirmi kadar
çekirgenin bulunduğu bir kavanozu açtı. Kavanozdaki çekirgeler birden adamın
yüzüne ve vücuduna zıpladı. Neye uğradığını şaşıran genç adam hiddet ve
korkuyla ayağa fırladı. Yüzündeki taze yaraların üzerine üç çekirge konmuştu
ve feci şekilde canını yakıyordu, avazı çıktığı kadar bağırdı küçücük balkonda
bir o yana bir bu yana koşuyor yüzünü duvara vurup duruyordu. Adam çekirgelerin
tırtıklı ayaklarının yaşattığı acıya ve anlık korkuya daha fazla dayanamadı bir
anda her yanını çekirgeler sarmıştı. Korkuluklara yaklaştı, dördüncü
kattan aşağıya bıraktı bedenini. Az sonra bedeni büyük bir gürültüyle yere çakıldı.
Yerde uzanan bedenin etrafında insanlar toplandı, bu defa tekmelemek için
değil, varlığı unutulan birinin hastalıklı bedenini bir daha görmemek üzere
toprağa gömmek için. Genç adam son nefesini verirken gülümsüyordu Yalnız Kral
başını okşamıştı onun. Genç adam ‘farkı yoktur kralım çekirgelerin insanlardan, onlar da haindir bazen ve kızmayın ki kralım kandırdım sizi. bizi tanrı değil
insanlar yalnız bıraktı’ dedi ve hırıltılı hırıltılı gülmeye başladı.
Çevredekiler bu çirkin yüzün ölürken gülmesini tuhaf karşıladı, ne dediğini
anlayan ise elbette olmadı. Genç adam birkaç saniye sonra tamamen cansızdı.
Hamza Pekdemir
Yorumlar
Yorum Gönder